KAHVALTININ MUTLULUKLA BİR İLGİSİ OLMALI
“Uyandıktan sonra bir iki saat içinde kahvaltı yaparsanız metabolizmanız hızlı çalışır” diyor uzmanlar. Uyku mahmurluğunu üzerinden atmadan oturulan sofralarda yarılan ekmeğin buğusuna kaptırırdık kendimizi o soğuk kış sabahlarında. Bir Pazar kahvaltısı hayaliyle karın tokluğuna çalıştığımız günlerde büyüttük hayallerimizi, hayallerimiz bizi büyütemedi iyi ki. Diyarbakırlı koca şairin dediği gibi “Hep olmayacak şeyler kurduk, gülünç, acemi, çocuksu”
Diyarbakır’ın kahvaltısı meşhurdur, organik gıdalarla bezenir Hasanpaşa Hanındaki Halil İbrahim sofraları. Hı sesi bu kadar yürekten ve gırtlaktan söyleniyorsa acıdandır derler. Dilin ve yüreğin tattığı acıdan. Bir son akşam yemeği tablosunun önünde durup, o tablonun sırrını çözmeye uğraştık da, bir son kahvaltı sofrasında sadece sıvası olan bir odanın içine düşen acının tadını anlayabildik mi? Dünyayla hiçbir organik bağı kalmamış, sokağa çıkması yasak bir kadının, çatışmanın ortasındaki evini bırakıp da geldiği o akraba evinde, her seçim döneminde kameralar eşliğinde gidilip ütülü pantolonlara diz yaptırma pahasına diz kırılıp oturulan o yer sofrasında Diyarbakır peynirinin yanı başında, o sıva parçalarının ne işi var, çözebildik mi o sırrı da? Sevdiğini kış günü toprağa veren bir kadının “o kara toprak altında üşümüştür şimdi” demeleri geliyor da aklıma, bir hafta boyunca bir sokak ortasında yatıyor bir kadının bedeni, üşüyerek. “İki şey hiç unutulmaz, anamızın yüzüyle, şehrimizin yüzü” diyor ya şair, anamızın şehrimizin ortasında yerde yattığını, yurdumuzun yüzünü unutamıyoruz. Eli kanlı terörün yapamadığı propagandanın alasını yapıyor devlet, özel iletişim vergisiyle. Deviriyor kendi kurduğu masaları, kandırıldık bahanesiyle her şeyi ne de güzel idare ediyor. “Göz yumduyduk, şimdi inlerine gireceğiz” yalanıyla canını sıkan herkesi atıyor torbanın içine. Soframızda bir kör kurşun, adres sormadan düşüyor metabolizmamızı hızlandıracak günün ilk öğününün üstüne. 90’larda popüler olmuş çok kötü bir şarkının daha da kötü bir cover’ı yapılıyor. Beyaz torosun benzin parasından tasarruf ediyor devlet.
“Soğuk havalarda dışarıda kalan birilerini görürseniz şu numarayı arayın gelip alıyorlar” duyuruları dolaşıyor sosyal medyada. O üç haneli numarayı çevirip birilerini bir spor salonuna gönderebildi diye o gün rahat uyuyor gözü yaşlı küçük burjuva. Bir kadının ölü bedeni bir hafta boyunca sokak ortasında kalıyor da, bir üç haneli numara bulunamıyor aranacak. Aradığımız güvenlik görevlisi asayişi sağlayamıyor. Bir şehidin babaevinin üzerindeki naylonun ısıttığı kadar ısıtamıyoruz birbirimizin yüreğini. Çat diye çatlayacak bir sabır taşı bekleniyor. Hendeklerin içinde kayboluyor çocukluk hayallerimiz. Birlikte oyun oynadığımız yan komşumuzun çocuğunun ölü bedenini bir derin dondurucuya, ağabeyimizinkini bir kamyonetin arkasına koyuyorlar bayraklı bir tabutun içinde. Eve taziyeye gelen misafirlerin başına kar taneleri düşüyor açık damdan. Kahvaltı sofrasındaki kürsü yıkılıyor, kürsülerden salkım saçak savaş naraları atılıyor karşılıklı. Yarılan ekmeğin buğusu büyülü bir düş oluyor kahvaltı sofrasına düşen sabah mahmuru bedenlerin zihninde. Bilinçaltımızda hep bir Pazar kahvaltısı sofrasının yarım kalan mutluluğu. Uyandıktan sonra bir iki saat içinde yapılamıyor kahvaltılar. Kahvenin altına bir şey yenilemediğinden keyif kahveleri içilemiyor. Metabolizmamız yavaş olduğundan reaksiyonlarımız da yavaşlıyor. Oysa, kahvaltının her daim mutlulukla bir ilgisi olmalı.
Vía Erkan’s Field Diary http://ift.tt/1PliQrG
Filed under: Uncategorized
No comments:
Post a Comment